31 Aralık 2014 Çarşamba

Ankara'da yeni yıl

Herkese gönlünce zamanlar diliyorum bu yeni yılda. Keşfedilecek bir sürü yer, oyun, olgu varken bol bol yazma ve anlatma fırsatı bir de. Ya da hepsini geçelim, dilerim ki tadını çıkarmak kısmet olur bu güzelliklerin.

Mutlu yıllar :)

14 Aralık 2014 Pazar

Bir 'Ustalara Saygı' Duruşu: FANTASTURKA

Aylak bir zamanımızda televizyonda rastlayıp en azından birkaç dakikalığına da olsa izlediğimiz yerli filmler vardır. Tarihi ya da bilim kurgu içerikli, bol hareketli, çoğu kez gerçek üstü, başrollerinde diğer Yeşilçam filmlerinden de tanıdığımız ünlü ya da az ünlü isimlerin bulunduğu, ilginç kostüm ve efektlerle bezenmiş filmlerdir bunlar. Çoğu kez gülerek, "amma da yapmışlar" düşüncesiyle, hatta saçma bularak izleriz bu eski filmleri; çünkü Hollywood filmlerinin getirdiği görsel inandırıcılık, teknolojik kalite ve keskin oyunculuk bu 'ev yapımı' fantastik Türk filmlerinde yoktur. Ancak çok daha önemli şeyler vardır bu fantastik Türk filmlerinde. Kısıtlı imkanlar nedeniyle ulaşılan içten bir yaratıcılık vardır örneğin, henüz bozulmamış şehirlerin siluetleri, ellerindeki üç kuruş parayla bir hayali gerçek kılmaya çabalayan güzel insanlar. Uyarlama da olsa, hatta Türk sineması diye bildiğimizden uzak bile görünse anlatılmaya çalışan hikâyeye iyisiyle kötüsüyle buraların kokusu sinmiştir. Başka bir deyişle, bu filmlerin her biri ayrı birer "ruh" kazanmıştır. Haliyle bu filmler için bir araya gelen insanların sarf ettiği emek daha da kıymetlenir; üzerinden geçen uzun yıllar da meraklılarına bu serüveni anlatmak için bu filmlerdeki nice ayrıntının fark edilmesini sağlar.                                         

Türk işi fantastik filmler festivali Fantasturka, bir "kadir kıymet bilme" düşüncesinin eylemi aslında. İlk olarak 2011'de Ankara'da, Ankara Kısa Filmciler Derneğinin girişimiyle düzenlendi. Hem Yeşilçam'ın farklı alanlarında hem de festivalin konu edindiği fantastik Türk filmleri alanında emek vermiş, araştırma ve koleksiyonlarıyla bir devrin unutulmamasını sağlamış isimlere bir teşekkür, bir saygı duruşu olarak planlanan bu festivalde şahane gösterimler ve söyleşiler bulunuyordu. Fantastik filmlere dair araştırmalarıyla tanınan ve filmlerin hak ettiği saygıyı görmesi için çabalayan Metin Demirhan anısına düzenlenen festivalde, ayrıca bu filmlerin kalıcı olması için Türk yapımcılardan bile büyük fedakarlıklarda bulunan fantastik sinema gönüllüsü Vassilis Barounis'e de gıyabında ödül takdim edilmişti. 

2013'te İstanbul'da düzenlenen ve burada da oldukça ilgi gören festivalin üçüncüsü art arda iki şehirde birden gerçekleşiyor. İstanbul'da 12-14 Aralık tarihlerinde düzenlenen festivalin Ankara ayağı ise 18-21 Aralık tarihlerinde Çağdaş Sanatlar Merkezinde gerçekleşecek. Ankara'da festivalin biraz daha uzun sürmesi de bizlerin ayrıcalığı olsa gerek elbette. :) Fantasturka'nın Ankara ayağında görülebilecek başlıca filmler şunlar: 

(alfabetik sıraya göre)
Atını Seven Kovboy (Aram Gülyüz - 1974)
Çeko (Çetin İnanç - 1970)
Dabbe Zehr-i Cin (Hasan Karacadağ -2014)
Drakula İstanbul'da (Mehmet Muhtar -1953)
Dünyayı Kurtaran Adam (Çetin İnanç -1982)
Kara Murat Şeyh Gaffar’a Karşı (Ernst Hofbauer, Natuk Baytan -1976)
Ölümün Nefesi - La Mano Che Nutre La Morte (Sergio Garrone -1974)
Sihirbazlar Kralı Mandrake Killing'in Peşinde (Oksal Pekmezoğlu - 1967) (Ankara'da ilk gösterim)
Tarkan Altın Madalyon (Mehmet Aslan - 1972)
Vahşi Kan (Çetin İnanç - 1983)
Yılmayan Şeytan (Yılmaz Atadeniz -1972)
Zagor Kara Bela (Nisan Hançer-1971)
Şeytan (Metin Erksan -1973)

18 Aralık Perşembe günü Ankara'daki festivalin açılışı "Fantastiğin Sineması" adında özel bir belgesel gösterimi ile başlayacak. Sinema meraklılarının yalnızca filmleri izlemekle kalmayacağı, filmlere dair yapım hikâyelerini, festivale bizzat katılan yönetmen ve oyuncuların anı ve görüşlerini de öğrenebileceği şahane söyleşilerin ve sunumların bulunduğunu özellikle vurgulamak gerek. "Dünyayı Kurtaran Adam" gibi artık dünyaca bilinen kült bir film ile "Vahşi Kan" ve "Çeko" gibi son derece sıra dışı filmlerin yönetmeni Çetin İnanç ile bir söyleşi, filmleri ilgiyle izleyenler için bulunmaz bir fırsat. Aynı şekilde, Çeko'nun başrol oyuncusu ve Yeşilçam'ın 60'lı yıllardan bu yana birçok farklı yapımında rol almış usta tiyatrocu ve sinema sanatçısı Yılmaz Köksal'ın söyleşisi de merakla beklenenler arasında. 

Festivalin bu seferki ayağında yenilikler de var üstelik. Maddî ve manevî çeşitli sıkıntılara rağmen çekilerek sinema izleyicisiyle buluşan bilim-kurgu, korku, gerilim, polisiye, western, tarih, kahramanlık gibi türlerden seçilmiş onlarca filme bu sefer özel gösterimler, sergiler, atölye çalışmaları ve interaktif bir fantastik hikâye yazma çalışması eşlik ediyor. Oldukça renkli geçeceğe benzeyen festivalin son gününde de özel gösterimler bulunuyor. 

Fantastik Türk sinemasının bilinmeyen yönlerini keşfetmek adına Fantasturka, sinemaya izleyici ya da çalışan olarak gönül vermiş herkes için şahane bir etkinlik. Metin Demirhan'ın da söylediği gibi, Yeşilçam'ın bu sıra dışı ve özel yüzünün, "peşin bir alaycılık" ile değil, "saygı" ve "sağduyu" ile ele alınması gerek; çünkü dönemin şartlarına ve filmlerin çekildiği koşullarla kıyaslandığında ortaya harika işler çıktığını görmek mümkün. Öyle olmasa bile, bu filmlerdeki kostüm, dekor ve efektlerin kullanımındaki yaratıcılık ve filmlerin ardındaki içtenlik övgüye değer. Türk Sinemasının 100. yılını kutladığımız şu sıralarda, hem izleyicinin hem de sinema eserlerinin kat ettiği yolu, geçirdiği değişimi ve yaşadığı serüveni görebilmek için Fantasturka'yı kaçırmamalı. En çok da kadir kıymet bilen bir grup sinema gönüllüsünün Ankara'da başlatıp sürdürmeye çalıştığı "ustalara saygı duruşu"nu izleyiciler olarak desteklemek, hem sinema emekçilerine hem de şehre bir vefa borcu olsa gerek. 

Tüm sinemaseverlere ve halen "Ankara'da canım çok sıkılıyor yaa" diyenlere ehemmiyetle duyurulur. 


Festival Programı: 



İlgili linkler: 




7 Aralık 2014 Pazar

Ankara'nın 'iyi kalpli' yanı

Not: Bu yazı bir 'Modern Sabahlar' güzellemesidir 

Ankara'da yaşamayı başka şehirlerde yaşamaktan farklı kılan ne olabilir? Yaşayanların aklında bir şehir ve içindeki yaşamın algısını oluşturan şey, tek başına bir şehrin özellikleri değil; bu yeri anlamlı kılan kişi, kurum ve kuruluşların olmasıdır. Böyle deyince de "uff Ankara da çok gri, bir denizi bile yok" diye karşılık vermek için ağzını açanları ise şuraya alıyoruz.

Bu şehirde, sokaklarda ya da herkese açık alanlarda insanlar birbirlerinin değişik hallerini pek garipsemezler. Bir dolmuş köşesinde uyuklayan öğrenci, bir alışveriş merkezinin göbeğinde yünü ve şişleriyle örgü ören yaşlı teyze, bir köprünün altında bağıra çağıra nutuk atan amca, parkta çocuklarla çocuk olan orta yaşlı bir adam, sabah saatlerinde arabası içinde yalnız ya da otobüste kulaklıkla giderken püskürerek gülen insanlar, aslında pek de yabancı görüntüler değil buradakilere. Belki umursamazlıktandır, ama belki de nedenini bildiklerinden. Sonuncu örneğin nedeni ise bu yazının esas konusu:  'Modern Sabahlar'. Yolu Ankara'dan geçen bizlerin ille de bir arkadaşımızdan, tanıdıktan, sağdan soldan duyarak hatta belki de tesadüfen keşfederek ara sıra ya da sık sık dinlediği radyo programı. Programı ve Ankara içinde yarattığı kültürü çok iyi bilenlere de, programı pek duymamış olanlara da bir şeyler ifade edecek sözler sarf edeceğim birazdan. Ancak önce buraya,  dinleyenlerinin ve emeği geçenlerin gururla söyleyeceği bir alt başlık ekleyelim:

"1999'dan beri..." 

Radyo ODTÜ'nün gelişiminde de büyük payı olan program Modern Sabahlar, 1999'dan bu güne birkaç zorunlu ara dışında olabildiğince düzenli devam eden bir yayın. Sabah saatlerinde yaklaşık 3 saat kadar sürüyor. Hafta içi her gün "10.00'da bitecek şekilde" dinleyicilerine ulaşan programın şahane kahramanları, Ege Kayacan, Oktay Demirci ve Fahir Öğünç. Her sabahın gündemiyle günlük hayat telaşesini - ister iyi ister kötü haberler getiriyor olsun- özgün yorumları, başka yerde duyulmadık jargonları ve farklı karakterleriyle dinleyicilere ulaştırıyorlar. Bunları yaparken de dinleyicilerinin katkılarını severek kabul ediyorlar. Dinleyicileri ara ara küçük hediyelerle mutlu da ediyorlar; ama düzenli dinleyicileri için onların sesini her sabah şen şakrak duyup yeni başlayan güne ayar çekmek kadar kıymetli olmuyor bu. Modern Sabahlar'ın Ankaralılar için özel bir yere sahip olmasının nedenleri konusunda bir parça ahkâm kesmek şart(oş) oluyor haliyle de.

Neden "Modern Sabahlar"?
  • Her türlü hava şartı ve ruh hali içindeki bünyelere ilaç gibi gelebilecek bir Günaydın'a sahiptir bu güzel program. Moral bulmak, anlamsızca gülmek, sabah sabah kendinizi absürd durumlarda bulsanız bile bir şekilde bunlara tahammül gücü bulmak bu üç güzel insanın sohbeti ile kolaylaşıyor. 
  • Tamamen iyi kalplilik üzerine kurulu bir radyo yapımı bu. Öyle olmasa birçoğumuz için erken olan saatlerde kalkıp espriler şakalar yapmaya niye gelsinler ki? Sloganları ise programı hiç bilmeyen birinin neyle karşılaşabileceğini özetler nitelikte: "%100 Doğaçlama, %20 İlkeli Yayıncılık!" Böyle dürüstlüğe can kurban! Bu nedenledir ki "iki dakika dinleyince diğerlerini, koparmak istedik bir yerlerimizi". Diğer sabah programların çoğunda bulamadığımız "samimiyet" bu programın temeli. 
  • Eskisinden yenisine hareketli ve uyku mahmurluğunu atmaya yarar, dillere dolanan, Ege'nin deyimiyle 'en rakenrol' şarkıları dinlemek için büyük arayışlara, şarkı listelerine girmeye hiç gerek kalmıyor. Üstelik şarkıların bazılarını 'canlı performans' olarak dinlemek de cabası (resmen 'aynısını' yapıyorlar, bir süreden sonra paranoya ile 'bunu da onlar söylüyor galiba' derken buluyorsunuz kendinizi. Canlı performans olayı radyoda duyacağınız envai çeşit ses efektleri için de geçerli, her sesin taklidini yapabilen deneyimli 'söz üstadları', Modern Sabahlar'ı güzel yapan minicik ayrıntılardan yalnızca biri) 
  • Her hafta, hatta her gün değişen bir gündem ve gündeme göre yayına giren kısa ama yepyeni köşelerle adeta bir bilgi ve kültür küpüne dönüşmek işten bile değil. (Bunlardan en daimi olanı ise muhtemelen "Zenginin Malı Züğürdün Köşesi". Gelin itiraf edelim hepimizin içinde birer 'hesaplayan adam' var, bu nedenle bu köşenin neden başarılı olduğunu tahmin edebiliyoruz.)
  • Günlük hayatta uğraşsanız bile bulup üzerinde düşünmeyeceğiniz konular hakkında düşünmek, bilgi sahibi olmak, hatta bildiklerinizi telefon veya internet yoluyla aktarıp diğer insanların da faydalanmasını sağlamak için daha uygun bir mecra bulunmaz desem yeridir. Hatta "sosyal medyadan önce Modern Sabahlar vardı. (şimdi daha 'ductile' bir biçimde varlar, orası ayrı) Her işi bilenine sormak da, programın esaslarındandır elbette. 
  • Herhangi bir konuyla ilgili, 'yapımı aylar süren ve büyük prodüksiyon gerektiren' radyo skeçlerini başka bir programda hatta radyoda bulmak mümkün değil. En ünlüsü, karakter zenginliği, Amerika'yla aynı anda yayınlanması, unutulmaz maceraları, son derece interaktif oluşu ve her kesime hitap etmesiyle ünlü "Küçük Mübaşir" tabi ki. "Natinfırt Hastanesi" ve radyoda dinlediğim en mistik eser "Çöl Fırtınası"nı da anmadan geçemeyeceğim. Bu yapımlarda kendiliğinden sufle verip alan oyuncular, sahneleri hiç olmadığı kadar zenginleştiriyor, dinleyene de yer zaman fark etmeden ansızın gelen gülmelerle başa çıkmak düşüyor. 
  • Sabah telaşında işe-okula giderken Ankara'ya dair anlık durumları merak ediyoruz haliyle.(köprü trafiği örneğin) Şehrin halini dinleyicilerine fütursuzca yansıtması için görevlendirilmiş (kendi kendini görevlendirmiş de olabilir) Şenol Günbayrak, spor gündemi için Demircan Tılsım, rüya yorumları için Levent bey, gün boyu ihtiyaç duyacağınız bilgileri dinleyenlerine iletiyor. Dahası da var, bu durum yalnızca Ankara ile sınırlı değil. Şehrin ve radyonun sesini duyurmak için "Yerel Radyolar Kardeştir (YRK)" adlı geniş kapsamlı projede, program ekibi her hafta farklı bir yerel radyoya konuk oluyor. Bunun karşılığında da farklı bir yerel radyodan bir program ekibi, çeşitli sponsorluklarla Radyo ODTÜ frekanslarından bizlere ulaşıyor. Bir diğer deyişle, yerel renklere de fırsat vererek (!) radyoculuk tarihinde ilklere imza atıyor. 
  • Ankara'da değil Türkiye'de bile eşi benzeri bulunmayan, kendiliğinden oluşmuş ve 'iyi kalpli insanlardan' oluşan bir hayran grubu vardır bu programın. 'Kıpkıpçılar' adı verilen ekip, ufak tefek organizasyonlarda radyo ekibine sıradışı bir biçimde destek olan eğlenceli insanlardan oluşur. Dinleyicileri arasında bilmeden bir dayanışmaya vesile olmalarıyla da bilinirler. Örneğin, eskisinden yenisine podcast ve çeşitli kayıtlar için, yine iyi kalpli dinleyenlerin açtığı şöyle bir mecra var: http://modernsabahlar.org/
  • Modern Sabahlar'ın, yine başka bir radyo programının henüz yetişemediği zenginlikte bir jargonu bulunur ki örneklerine şuradan ulaşabilirsiniz: (bkz: modern sabahlar jargonu) Dile dolandı mıydı zor kurtulan ifadelerdir üstelik bunlar. Uzun vadede ufak çaplı bir sözlük bile olur hepsinin toplamından. (Aklımızda olsun, hmm...)
  • Espriler şakalar bir yana, sosyal gelişmeler karşısındaki tarafsız ve dürüst duruşlarıyla da cümlemize örnek oluyorlar. İyi günde kötü günde tam 15 yıldır tüm iyi kalpli insanların ve vicdanların yanında olduklarını, özellikle son dönemlerde yaşadığımız talihsizlikler ve kara haberlerde defalarca ve gururla gördük. 3 Haziran 2013 yayınında "Sağduyu çağrısı yapması gereken insanlar susuyor diye yayın yapıyoruz. İşimiz bu değil, biz komedyeniz. ama başka insanlar komedyene dönüştüğü için sağduyu çağrısını komedyenlerin yapması gerekiyor galiba." deyişleri, kamuyu ilgilendiren Soma faciası gibi olaylarda doğruyu ve gerçeği dinleyenlerine iletmek için sıkı bir habercilik örneği göstermeleri, gerektiğinde ise incecik istihzalar ile (bkz: parmesanları sıfırlamak) ne olup bittiğini vurgulamaları, Modern Sabahlar'ı dinleyenleri için vazgeçilmez kılan başka bir güzellik. 
  • Çeşitli sosyal sorumluluk projelerinde de gerek bireysel gerek ekip olarak sıkça yer almaları mutlu ediyor dinleyenleri. 
  • Programın bunca yıl boyunca edindikleri çeşitli sponsorların desteği ve Radyo ODTÜ'nün önayak olmasıyla, dinleyenleri için birçok kültür etkinliğine davetiye sunmaları da cabası. 
Daha sayamadığım nice ayrıntıyla biz Ankaralıların hayatını daha güzel kılan Modern Sabahlar, dinleyenine aslında bu şehirde yalnız olmadıklarını, basit ve sıradan şeylerde de eğlenecek bir şeyler bulabilmeyi ve içten olmanın insanları birbirine daha da yakınlaştırdığını anlatıyor. Bu şehrin insanları, radyoları, radyo programları gerçekten güzel ve biz bu şehri onlarla daha çok seviyoruz. Eğer bu noktaya kadar okuyup aklınızda pek bir şey canlandıramadıysanız, yarın sabah 10'dan önce radyonuzu 103.1 frekansına getirip dinleyin olup biteni. Halihazırda bu "iyi kalplilik işi"ni bilenlerle beraber, neye güldüğümüzü birbirimize çaktırmadan sabah rutinlerimizi tamamlarız.  Böylece bu şehirde bir gün daha "mükemmel" olur. 




13 Kasım 2014 Perşembe

Bu nasıl delilik?

Malum yetkililerin sarf ettiği "Ankara'ya farklı bir gözle bakın, çok şeyin değiştiğini göreceksiniz." deyişinin açıklaması gibi, şahane bir çalışma.



Ya da modern zaman şehirleri ve insanın kendini içinde buluverdiği bir keşmekeş: Bu nasıl delilik sahiden?



5 Kasım 2014 Çarşamba

Tarihin Yaprakları, Posta Pulları: Ptt Pul Müzesi


Ankara için, tarihi dokusu nedeniyle Ulus ve çevresi Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana eskisi kadar olmasa da halen ilgi çekici ve görkemli görünüyor. Buradaki olgunluk ve yaşanmışlık hissini, kültürel mirasın hala var olduğunu bizlere hissettiren binalardan biri, tam 80 yıl önce bugünkü Atatürk Bulvarı üzerinde inşa edilmiş olan dönemin Emlak ve Eytam Bankası. Mimarı ise bugünkü ana meclis binasının da mimarı olan Clemence Holzmeister. Geçtiğimiz yıl ise bu bina Posta ve Telgraf Teşkilatı tarafından restore edilerek Pul Müzesi olarak hizmete açıldı.


Meraklısı için, binanın taş temellerinden bir görünüm

Pul Müzesi deyince sadece pulların sergilendiği ve durağan bir yermiş gibi çağrışıyor başta. Bense bu üç katlı taş binanın estetik görünümüne ve semtin görünümüne kattığı güzelliğe uzun zamandır hayranlık duyuyordum. Çünkü bu tarihi bina, önünden birkaç kez geçtiğim halde, tadilatta veya kapalı olduğu için içerisini göremediğim bir yapıydı. Müze olarak açıldığını görünce "bir bakıp çıkayım" diye girip, bir saatten fazla bir süre saat hiç sıkılmadan gezindiğimi fark ettim. "Böylesine ilgi çekici ne olabilir ki?" diyeceksiniz muhtemelen. Bu nedenle, bu müzede nelerin bulunduğundan ve burada nelerin yapılabileceğinden bahsedeyim biraz.




Binaya ilk girişte gayet ilgili görevliler karşılıyor ziyaretçileri. Giriş için ücretsiz biletleri ve kat biletlerini buradan temin ediyoruz. Müzeyi ayrıntılı gezmek isteyenler için, buradan kimlik karşılığında sesli rehber edinmek de mümkün, ki bu sesli rehberler içerik açısından fazlasıyla doyurucu bir biçimde hazırlanmış. Dinleyenler, müzenin her bölümüne ve posta tarihine dair ayrıntılı bilgi edinebiliyor bu sayede. Müzenin girişinde sol taraftan başlayarak ulaklardan dumana, güvercinden mektuba, telgraftan telefona dek bütün gelişmeleri işleyen tarihçe kısmını gezebilirsiniz. Haber vermek uğruna son nefesini veren Pheidippides'i, ilk pul Penny Black'in bugünkü posta uygulamasına nasıl kaynaklık ettiğini, ilk telgraf mesajını, telefonlarla çalışan hanımefendileri, geniş coğrafyalara hükmedenlerin paylaşamadıklarını, hatta savaş zamanı posta teşkilatını anlatan tablolar, interaktif ekranlar ve güzel fotoğraflar bulunuyor. Posta teşkilatının kuruluşundan bugüne kullanılan araç gereçler, iletişimi sağlayan görevlilerin özel giysileri, hatta pul basımında kullanılan mekanik makineleri hayranlıkla inceleyebileceğiniz bir yer burası. 

Giriş kapısının sağ tarafında kalan kısım, müzenin giriş katında en çok ilgimi çeken bölüm oldu. Muhtemelen Türkiye'deki müzelerde pek görülmeyen yeni bir uygulama bu. "Tarihten Mektuplar" adlı bölümde, 'hologram kütüphane' uygulamasıyla, antik çağlardan günümüze tarihi önemi olan mektuplar sergileniyor. Bu mektupları incelemek için de, interaktif konsol oyunlarda yaptığımız gibi, sanal bir kütüphanenin önüne gelip elin bir hareketiyle incelemek istediğimiz kitabı raftan çekip açıyoruz. Bu özellikle genç ziyaretçilerin ilgisini çekebilecek bir kısım, Üstelik bu teknolojinin artık işe yarar bir biçimde eğitsel ve kültürel amaçlı kullanıldığını görmek güzel. 




Giriş katından merdivenlere doğru devam edildiğinde, gerçekten 'pul müzesi' diye adlandırılacak kısım başlıyor. Pulların hangi amaçlarla kullanıldığını, nasıl tasarlanıp baskıya gönderildiğini ve pul koleksiyonculuğuna dair temel bilgileri edinmek için tasarlanmış bir bölüm. Bu kısmın özel bir ruhu var aslında; çünkü günlük hayatımızda üzerinde pek düşünmediğimiz, hatta ilgimiz yoksa hiç önemsemediğimiz nesnelerdir pullar. Ancak ilk pul Penny Black'ten bu yana, yalnızca gönderileri ücretlendiren değil, tarih içinde yaşanan önemli olayları ve ülke insanlarının bu olaylara genel olarak nasıl yaklaştığını simgeleyen pullar basılmakta her ülkede. Biraz dikkatli baktığımızda, ülkelerin neyi önemsediğini, toplumsal ve siyasi olayları nasıl algıladığını, hatta birbirleriyle ilişkilerini bile anlamak olası. Bu kısımda kronolojik olarak ülke pullarını inceleyebileceğiniz sanal koleksiyonlar var, ki dünya çapında basılıp dağıtılan bu pulların gerçekleri 3. kattaki koleksiyonlarda görülebilir. 2. katta ise konularına göre pul koleksiyonları var, burası biraz daha meraklılarının ilgisini çekebilecek bir bölüm. 1. kattaki koleksiyonda ise Osmanlı'dan günümüze pullar ile tarihi gelişimi izleyebiliyoruz. Burası da nostalji meraklılarının ilgisini çekecek türden bir bölüm. 




Müzelerin eğitsel bir yanının da olması gerektiğini savunurum hep. Nitekim dünya çapındaki büyük müzelerde, özellikle okul gruplarının ziyaretleri için müzelerin hazırladıkları ders planları ve çeşitli etkinliklere kolaylıkla erişilebiliyor. Çocuklar için düşünülmüş serbest zaman etkinliklerinin giderek azaldığı ya da ticari yerlerle sınırlı kaldığı günümüzde, Pul Müzesinin özellikle çocuklara yönelik hazırlanan alt katı takdire değer. Küçük sinevizyon gösterileri, posta ve kavramlarına dair hazırlanmış posterler, etkinlik alanları, nasıl mektup yazılır konulu küçük atölyesi, çocuklara yönelik hazırlanmış pul koleksiyonları ve rengarenk tasarımı ile kültürel bir değerin edinimi konusunda çok işlevsel bir kısım. Tek olumsuz yanı, hafta sonları ve tatillerde kapalı olması nedeniyle ailelerin burayı kullanma fırsatı bulamaması olmalı. Bunlar dışında, müze içinde filatelistlerin ve posta konusuna ilgi duyanların pulları, zarfları ve çeşitli anı eşyalarını edinebileceği küçük bir mağaza ile biraz soluklanmak için oturulabilecek şirin bir kafe de bulunuyor.




İnsanlığın tarihsel yolculuğunda pullar her zaman diliminin bir işareti olarak algılandığında, onların tarihten bugüne kalan yapraklar olduğunu düşünebiliriz. Mektuplara resmiyet kazandıran ve tarihin kendi damgasını vuran pullar ile, bu güne dek haberleşme alanındaki serüvenimizi inceleyebileceğimiz, uluslararası ölçülerde tasarlanmış bir Pul Müzesi var Ankara'da. Yalnızca öğrencilerin değil, geçmişin elinden bir şeyler öğrenmek isteyenlerin mutlaka bulunmak isteyeceği, şehre anlam katacak bu çağdaş ve nadir yapı görülmeye değer. 

Ayrıntılı bilgi için: http://www.pttpulmuzesi.org.tr/

3 Kasım 2014 Pazartesi

Stay gold.





















Ağaçlara, duvarlara, sokaklara yazılanlara dair ne düşünürsünüz bilmiyorum, ancak bazen fazlasıyla anlamlı çalışmalara denk gelebiliyoruz. Bu fotoğraf, geçtiğimiz Ağustos ayında Kuğulu Park'ta bir bankın üzerinde gördüğüm bir yazının fotoğrafı. (Hangisi olduğunu söylemeyeyim, o da buranın sürpriz yumurtası olsun. :))  

Gördüğünüz İngilizce deyiş "Stay Gold", Stevie Wonder'ın söylediği bir şarkının da adı. Ancak bilinen anlamıyla, "bozulmamış, yozlaşmamış, özüne sadık kalmış olarak kalma" durumunun emir kipinde ifadesi. Yazan bunu hangi amaçla ve kime ithafen yazdı, bilinmez. Bunu Ankara'ya uyarlamayı denersek, onca çabaya, kirletmeye, çirkinleştirmeye, betona, rezilce makyaj çalışmalarına rağmen bu şehrin birçoğumuz için samimi, kalender, mütevazı, kendine dikte edilenden ayrı bir çizgi içinde, olduğu gibi kaldığı anlamını yakıştırabiliriz sanırım.

Ne kadar doğru olduğu tartışılır elbette. Ne kadar daha böyle kalabileceği ise meçhul. 



Kaynak: http://www.urbandictionary.com/define.php?term=stay+gold&defid=3636126



29 Ekim 2014 Çarşamba

Ankara'da Deneysel Bir Sanat İstasyonu: SALT Ulus

Popüler kültüre ve sanatın modern hallerine meraklı biz Ankaralıların, şehirde takip edebilecekleri etkin sanat mekanlarının sayıca artması sevindirici bir gelişme. Bu yerlerden belki de en yenisi, Ulus'taki eski Osmanlı Bankasının ek binasında bulunan, küçücük ama sergileri ve etkinlikleriyle akıllarda mutlaka yer edinecek SALT Ulus. Ankara'nın sanata en yaraşır ve şehirde nadir bir tarihi dokuya sahip olan Atatürk Bulvarı üzerinde, Devlet Tiyatrolarının hemen yanındaki iki katlı binada yer alıyor. Geçtiğimiz yılın 2 Nisan'ında açılmış burası. SALT'ın İstanbul'daki sanat merkezleriyle işbirliği içerisinde çeşitli projeler ve sergiler Ulus'ta da sanatseverlerin beğenilerine sunuluyor. Sergi denince akıllara yalnızca birkaç tablo ve heykelden oluşan klasik anlamda düşündüğümüz koleksiyonlar gelmesin, çünkü özellikle popüler kültür, toplumsal olgu ve olaylar, dil ve kimlik gibi konulara ilişkin; hatta çeşitli sosyolojik deneyler sonucu elde edilen bulgulara dayalı modern anlamda sanatsal çalışmalar bulunuyor burada. SALT Ulus'un araştırmacılar için sunduğu imkanların yanısıra, "geçerken ilgimi çekti, uğradım" diyenlerin de (ki bunlardan biri de benim, burayı Küçük Tiyatro'ya giderken 'burası da neymiş ki?' diye keşfettiğimi itiraf edeyim.) görsel birikime ve farklı kültürlere dair çok şey bulabileceği bir sanat mekânı.




Tarihi bina içinden bir görünüm

Özellikle geçmiş yıllarda, Ankara'nın sunduğu kültürel etkinlik çeşitliliğinin İstanbul'a göre bazı alanlarda daha kısıtlı olduğunu üzülerek görüyorduk. Ülkedeki ve dünya çapında güzel sanatlardaki gelişmeleri takip etmek, internetin sunduğu olanaklar sayılmazsa hayli güç oluyordu. SALT Ulus, hem ülkemizde hem de dünyanın metropollerden köylere dek değişen yerlerinde gerçekleştirilen deneysel çalışmaları ve onların sonucunda elde edilen kültürel ürünleri tanıtıp öykülerini paylaşıyor her yeni koleksiyonda. Biraz daha açmak için örnekleyeyim. Buranın önünden ilk geçişimde, binanın girişinde bulunan kocaman pencerelerden içeride bulunan iki televizyon ekranı görünüyordu. Bu ekranda iki kişi sürekli bir şeyler söylüyorlardı. İçeri girdiğimde belirli bir söz öbeğinin sürekli olarak tekrar edildiğini duydum, sadece ekrandaki konuşmacıların bu öbekleri farklı duygu durumlarla söylediği anlaşılıyordu. Bu çalışma, sözcüklerin içerdiği anlamlar bakımından her zaman ortak bir kavramı ifade edemeyeceğini, hatta zaman içinde anlamlarını yitirebileceğini bir deneme sonucu gösteriyordu. Wittgenstein'ın "dilin tanımladığı bir fikir birliği yoktur" sözüne ithâfen oluşturulmuş, edindiğim bilgiye göre. Dille ilgilenen birinin rahatlıkla ilgisini çekebilecek bir çalışmaydı bu, üstelik bu tür projeler izleyenini de anlatılanı kendince deneyimleyerek savunduğu fikri sorgulamaya teşvik ediyor.



Başka bir proje örneği de toplumsal bir olgudan yola çıkılarak sunulmuş. Şu sıralar görülebilecek (1 Kasım'a dek SALT Ulus'ta) Polonya Ulusal Kültür ve Miras Bakanlığı tarafından desteklenen "Köklere Dönüş" adındaki sergide yer almakta bu kısa video. Hikâyesi ise şöyle: 17. ve 18. yüzyıllarda Galiçya bölgesinin köy türkülerini temel alan eski dilde yazılmış, en uzunu 2 dakika olan şarkı sözleri ile köylü-feodal düzen ilişkisi ile günümüzdeki benzer mücadeleler arasında ilişki kuruyor. Animelere benzer bir klibi var, oldukça eğlenceli de görünüyor. Tadımlık olarak şuradan izlenebilir:




Koleksiyonun diğer kısımlarında ise, toplumun kadına bakışı konulu, hem Türkiye'de gerçekleştirilmiş bir sosyolojik deney, hem de Polonya'da oluşturulmuş iki farklı çalışma bulunuyor. 
Kendini sürekli yenileyen bir sanat istasyonu gibi düşünülebilir SALT Ulus. Düzenli olarak değişen koleksiyonlara ek olarak, diğer ülkelerdeki sergilere dair oluşturulmuş kaynaklar arasında ayaküstü bir araştırmaya bile girişebilirsiniz. Bu kaynaklardan birinde, çok değil 2 yıl önce Atina'da yine dillere dair benzer bir sergi oluşturulduğunu ve bu sergide cumhuriyet öncesi Karaman'da yaşayan Rumların Yunan alfabesiyle yazdığı Türkçe eserlerden örnekler sunulduğunu okudum "Ana Diller Baba Boğazlar" halısı (Slavs & Tatars çalışması) üzerinde otururken. 




Burada sadece sergi ve koleksiyonlar var dersem pek doğru olmayacak. Belirli aralıklarla film gösterimleri, dinletiler ve sanatçılarla söyleşiler düzenleniyor.Ayrıca her aynı son perşembesi (bu ayın "Uzun Perşembe"si 30 Ekim'e denk geliyor) sergi gece saat 10.00'a kadar açık oluyor.  İşin güzel yanı da, sergiler dâhil bütün etkinliklerin ücretsiz sunuluyor olması. Özellikle öğrenciler için arada kaçıp görülebilecek şahane işler var. 

Böyle güzel bir mekanın, İstanbul ağırlıklı çalışmasından dolayı, etkinlik sayısı ve içeriği İstanbul'a göre biraz daha sınırlı. Ancak yapılan açıklamada, yakın zamanda Ankara merkezli çalışmaların yapılacaği, buradaki sanatçılar ve projelerin temel alındığı bir seçkinin önce Ankara'da, daha sonra İstanbul'da sergileneceği bildiriliyor. İlerleyen günlerde daha çok buraya özgü işler görmek de mümkün olur belki, kim bilir? 

Güncel olaylar ve çağdaş kültüre dair kendini güncel tutmak isteyen herkesin mutlaka gidip görmesi gereken bir yer olmuş SALT Ulus. İnsanların yaratıcılık içeren fikirlerini görmek, yeni fikirlerin uygulanışını görmek, toplumların değişimini izlemek, farklı bakış açılarını da hesaba katarak yaşam algısına dair düşünmek için fırsatlar sunuyor. 



Ayrıntılı bilgi için: http://saltonline.org/tr#!/tr/512/salt-ulus
Etkinlikleri takip için: https://www.facebook.com/saltonline.tr
"Köklere Dönüş" hakkında bir inceleme: 
http://www.evrensel.net/haber/92515/kirsalin-modernize-hali-koklere-donus.html

26 Ekim 2014 Pazar

Zaaflardan riyakârlığa insanın hikâyesi:Tüy Kalemler - Marquis De Sade



- Dikkat: Yer yer oyun içeriğine dair bilgiler içerebilir.- 


Ankara'nın yeni ve alışılmışın dışında tiyatrosu Tatbikat Sahnesi'nin Mayıs 2014'te sahnelenmeye başlayan oyunu "Marquis de Sade - Quills", izleyicinin ilk başta üzerinde kolay kolay bir şeyler söylemeye cesaret edemeyeceği bir yapım. Bunun ilk nedeni, toplumda ve günlük hayatın tam da içinde olup pek de sorgulanmayan ahlak, din, ayıp, yasak, cinsel istismar, toplumsal statü, ifade özgürlüğü gibi konuları bir oyunda, sıkı bir olay örgüsü içerisinde yer yer değişen dengelerle ve sert geçişlerle tartışıyor olması. İkincisi, başarılı oyun metni ve rejisi ile bu tartışmayı didaktik bir üsluba düşmeden, hatta fark ettirmeden izleyenin düşüncesine sürüklemesi. Bir diğer deyişle, oyun şöyleydi böyleydi demeye hiç gerek kalmadan hem oyunun dönemini ve karakterinin edebi kişiliğini araştırmaya, hem de oyunun geçtiği dönemle günümüzdeki insan olma olgusunu tanımlamaya yöneltiyor izleyeni. Bunda da, oyunda rol alan sanatçıların oyunla tamamen bütünleşmiş olmalarının büyük payı var. Abartılı olması gereken karakterler sönük kalmıyorken; kendi halinde, daha karikatürize olacağı tahmin edilen ama oyunda kilit noktayı oluşturan karakterler de abartıya kaçmadan tasvir ediliyor. Karakterler birbirlerini tamamlayınca da anlatımdaki akıcılık kolaylıkla sağlanmış oluyor.


Anlatımdaki akıcılığı sağlayan bir diğer unsur da oyunun metni. Buğra Koçtepe tarafından çevrilen oyun metni, yer yer Türkçe'ye özgü deyişler içerdiği için izleyenlerin dikkatini çekiyor. Ancak bu durumun, oyunun mesajını daha rahat iletebilmesinde kolaylık sağladığını, hatta güncel dille oyun arasında kültürel anlamda bir yakınlık oluşturduğunu -çeviriye mesleki açıdan ilgi duyan biri olarak- düşünüyorum; çünkü böyle bir metnin daha basmakalıp ifadeler içerecek şekilde çevrilmesi, çok durağan bir anlatıma; böylelikle de oyunun izleyici üzerinde yarattığı etkinin beklenenden daha zayıf olmasına neden olabilirdi. Öte yandan, oyunun sert ve akıcı üslubunun üçüncü tamamlayıcısı da sahnelerin eş zamanlı ya da ardışık olarak gerçekleşme biçimi. Yani sahne hiçbir dakikada uyumuyor. Işığın da etkili kullanımıyla, farklı karakterler arasında olaylar gelişirken o sırada net olarak görünmeyen karakterlerin hayatlarının da kendi çizgisi içinde aktığını hissettiriyor izleyiciye. Hal böyleyken, metinde izleyicinin aklına tam yatmayan herhangi bir kavram bile olsa; izleyen, bu durumu, yaşayan bir 18. yüzyıl Fransa'sı içindeki bir akıl hastanesi bağlamında değerlendirebiliyor.


Marquis de Sade - "Quills", aslında bir başkalaşma hikâyesi. Oyun içinde yer alan ana karakterlerin hepsi, başladıkları noktadan oldukça farklı bir yerde, farklı bir halde bulunuyorlar oyunun sonunda. Oyunun ortaya koyduğu esas sorun ise, iyi ya da kötü tarafta bulunduğunu düşündüğümüz her bir karakter, birbirlerinin bulunduğu tarafa geçerken birbirleriyle rastlaşmadan gidiyorlar. Bu yüzden birbirlerini anlamaya pek fırsat bulamıyorlar, ki bu da karakterleri daha gerçekçi kılmakta. Örneğin Marquis, Madelaine'in ölümünün ardından, yoksun bırakıldığı şeylerle birlikte yaratmanın acısına daha duyarlı bir ruh haline giriyor, Rahip ise, 'iyilik' için 'kötülük' eylemine yenik düşmesiyle yıllardır inandığı bütün değerleri yerle bir ediyor. Hatta iyiliğe olan zaafı nedeniyle farkında olmadan bir aldatmacanın içinde geçiriyor bu başkalaşımı.  Doktor, önceleri kendinin ve ününün 'kurtarıcı'sı olarak gördüğü hastaneyi aslında körü körüne bağlandığı her şeyi zehirlenmiş olarak gömeceği yere çeviriyor; üstelik kendisi de bu zehirden ölmeyip güçlenerek, en yakınındakini tuzağa çekerek kullanıyor. Hikâyeyi tamamlayan bütün karakterlerin benzer başkalaşmaları yaşadığını gördüğümüzde, bunun içindeki sebep-sonuç ilişkisi açıkça fark edilebiliyor. Her birinin, insan olmanın gereği olarak, zaafları bulunmakta. Ve zaaf duyulan nesne ya da olguya ulaşabilme yolunda her şey, çılgınca yazıp anlatmaktan aklı kaçırmaya, inanılan uğruna kan dökmekten riyakarlığa dek her şey mübah oluyor her biri için. Elde kalan gerçeklik ise, bu durumun, o beğenmedikleri insan doğasına kalıp gibi oturup zaman boyu süregelmesi. Kaldı ki, Marquis'in açığa vurduğu ve insanlara bu derece itici ve ahlak dışı gelen olaylar, ne o akıl hastanesinde olup biten şeylerdi, ne de onun parça parça kesilmesiyle sona erecek türdendi. 

Oyun içerisinde yer yer karakterlerin kendileri ve zaaflarıyla yüzleşmelerine tanık olabiliyoruz izleyiciler olarak. Bu zihin kurmacası içeren olağanüstü sahnelerin her birinin izleyici üzerinde hayli vurucu etkisinin olduğunu, bu sayede de merak seviyesini hiç düşürmeden oyun sonuna dek aynı çizgide tuttuğunu söylemek gerek. Aynı zamanda bu tempoyu yüksek tutan öteki öğe, kullanılan müzikti elbette. Oyunun başarılı müzikleri, o soğuk ve gerilimli sahnelerin atmosferiyle bir bütün haline geliyor.

Oyunda emeği geçenlere dair kısa notlar da eklemekte yarar var. Oyuncuların neredeyse tamamı, sıkı tiyatro seyircilerinin aşina olduğu, birbirinden farklı özellikteki rolleri sahneye başarıyla taşımış isimler. Oyuncu seçiminde titiz davranan yönetmen İlham Yazar'ı da akıl hastanesi sakinlerinden biri olarak yeniden sahnede görmek güzeldi. Mimar rolünde Melih Efeçınar, doktorun eşi olarak Buse Kara ve Bouchon ile Burak Küçükosman özgün performanslara sahip. Kötü karakter rolü dendiğinde ödleri kopartacak zalimliği fazlasıyla hissettirebilen Mithat Erdemli, oynadığı karakterlerin iç hesaplaşmalarında yaşadıkları duygu geçişleri ile beğeni toplayan Buğra Koçtepe, zamanı ne olursa olsun iki yüzlü bir toplumda yaşamak ve kadın olmak konusunda ders diye okutulası karakter tasvirleriyle Zeynep Ekin Öner ve Burcu Özberk, harika bir uyum sergileyen oyun ekibinden birkaç isim. Marquis de Sade'ı ise, oynadığı her işte izleyenlerin aklında büyük yer edinen Durukan Ordu'nun oyunculuğu ile izlemek büyük bir mutluluk. Dekor ve kostümler ise, sade birkaç ayrıntıyla bir hikâyenin arka planı nasıl göz önüne çıkarılır sorusuna iyi bir örnek oluşturuyor. 

İnsanın özüne dair duymak istenmeyeni, sıradışı bir konu içinde, şahane bir oyuncu ekibinin çarpıcı anlatımıyla sahneye aktaran Marquis de Sade ile, Ankara'yı ve tiyatroseverlerini bu yıl yeni ve oldukça farklı bir deneyimin beklediği kesin. Şehrin sanata dair umutlarını gölgeleyen bunca şey arasında, Ankara'nın en güzel yanı hâlâ tiyatro diyebiliyoruz vakit varken. 





Marquis de Sade'ye dair bağlantı: http://www.tatbikatsahnesi.com/#!marquisdesade/c10kv







24 Ekim 2014 Cuma

Tiyatro meraklılarının Narnia'sı: Refik Ahmet Sevengil Tiyatro İhtisas Kütüphanesi

"Ankara'nın nesi güzel?" diye bilmiş bilmiş soranlara verilebilecek en güzel örneklerden biriyle başlamak büyük bir mutluluk. Ankara'nın kültür ve sanat konusunda sayılı ve köklü kaynaklarından biri olan Devlet Tiyatroları'nın Türkiye'de bir ilki gerçekleştirip hizmete sunduğu Refik Ahmet Sevengil Tiyatro İhtisas Kütüphanesi, Ankara'da yaşamayı harika kılan sağlam bir neden.




2004 yılında üniversite eğitimim için Ankara'ya geldim ve çok geçmeden tiyatroları takip etmek benim için vazgeçilmez bir uğraş oldu. Tiyatroların maalesef fazla popüler olmadığı bir dönem vardı, tahminen 2008'e dek. Fazla popüler olmamasından kast ettiğim şu, oyunlar yine oldukça dolu salonlara oynanıyordu ancak bilet bulmak bugünkü kadar zor olmuyordu. Bu nedenle, öğrencilik dönemimde var olan boş zaman elverdikçe oyunları bir yahut birkaç kere izler, aldığım broşürleri ve biletleri biriktirir, hatta "keşke bir müze olsa da, benim gibi müdavimler eski afişleri, oyun broşürlerini, hatta varsa oyun görüntülerini inceleme imkanı bulsa" der dururdum kendi kendime. Gel zaman git zaman; okul sonrası bir yandan eğitimimi sürdürme, öte yandan çalışma çabaları içindeyken, haberini ilk aldığımda "Gerçekten hayalini kurduğum, gerçekleşmesinden ülkem adına gurur duyduğum proje." diye not düşmüşüm.



Kütüphanenin açılış davetiyeleri




20 Haziran 2011 tarihinde bugün Küçük Tiyatro ve Oda Tiyatrosunun da bulunduğu Evkâf Apartmanının en üst (ve manzarası en şahane) katında Refik Ahmet Sevengil Tiyatro İhtisas Kütüphanesi, hem tiyatro ile akademik anlamda ilgilenenler, hem de meraklı seyirciler için hizmete girdi. Birkaç ay sonra da ilk ziyaretimi gerçekleştirdim. O zamandan bu yana içeriğini fazlasıyla geliştiren, insanın girdiğinde çıkmak istemeyeceği bu güzel kütüphanede ziyaretçileri neler bekliyor, bunlardan bahsetmek istiyorum.

Evkâf Apartmanı'na ilk girdiğinizde kütüphaneye geldiğinizi belirtiyorsunuz. Bir kimlik karşılığı ziyaretçi kartınızı aldıktan sonra, isterseniz merdivenleri ağır aksak tırmanın, isterseniz de tarihi asansörü kullanarak kütüphaneye çıkın. En üst katta kapının hemen yanındaki pencereden Anıtkabir'in de bulunduğu harika bir manzara görüp gülümseyeceksiniz. Yavaşça kapıyı açıp girdikten sonra, sizi karşılayan görevliyle konuşup içeriye geçebilirsiniz. Geçer geçmez de "burası benim evimmiş meğer" diyebileceğiniz sıcak ve samimi bir çalışma salonu göreceksiniz.

Ziyaretlerimden birinde kütüphaneye dair detaylı bilgi edinme fırsatı bulmuştum, bu konuda da kütüphanenin sorumlusu Vuslat hanım sorularımı yanıtlama konusunda sabırla yardımcı olmuştu, teşekkürlerimle belirtmeden geçmeyeyim. Kütüphane, kullanıcılarına 3 ana hizmet sunmakta. Bunlardan ilki, bünyesinde bulunan geniş kitap koleksiyonu. Tiyatro tarihi, dramaturji, kitaplaşmış akademik çalışmalar (tezler hariç), edebi kuruldan geçmiş oyun metinleri ile tiyatroya dair yabancı dillerde bulunan çeşitli kaynaklar araştırmacıların kullanımına sunulmuş. Kapalı raf sistemi ile arama yapılabiliyor, kaynaklar da kütüphane içinde kullanılabiliyor. Oyun metinlerinin fotokopilerini alma işlemi, buradaki koleksiyon içinden katalog taraması yapmak ve arşivden fotokopisini almak şeklinde gerçekleşebiliyor. Akademik alanda araştırma yapmak ya da beğendiği oyunun metnini okumak isteyenler için sağlam bir birikim içeriyor burası.


Tiyatro ihtisas kütüphanesinin sunduğu ikinci hizmet ise, eski sezonlarda temsilleri bulunan oyunların dijital ortamda bulunan fotoğraf/afiş/müzik ve görüntü arşivi. Kütüphane içinde bulunan 4 bilgisayarda, eskiden sahnelenmiş oyunlar hakkındaki gazete kupürlerinden oyun kadrosuna kadar tüm ayrıntıları bulabileceğiniz bir veritabanı var. Bunun bir kısmı, kütüphane dışına da açık. Ancak oyun videolarının  tamamını izlemek kütüphane içinden mümkün oluyor. Eski temsillerin video kayıtları, 90'lı yıllardan itibaren kaydedilip arşive aktarılmış. Güncel sezon oyunları ise, oyunun temsil süresi bittikten sonra arşive eklenmekte imiş. Gerçi bu güne gelene dek, arşivde bulunan bol miktarda videoyu izleyip bitirmek ömür ister sanırım. ancak eskinden izlediğiniz, gözünüzde hayli değerli olan bir oyunu burada yeniden izlerken oyunla ilgili daha ince ayrıntıları da keşfetmek mümkün. Bilgisayar başında durmaktan sıkılmayan, tiyatronun da delisi olan biri için mabet gibi bir yerde nadir bulunur bir hizmet özetle.

Bu kütüphanede bulunan üçüncü güzellik ise, bir sahne dekorunu andıran tasarımıyla minicik bir kafeterya. Oyun izlerken ya da çalışırken kısa bir çay/kahve molası vermek için oturup soluklanabileceğiniz bir yer. Sanırım kütüphaneyi küçük bir ev gibi samimi yapan unsur burası.

Ortamı, dekorasyonu, rahatlığı, renkleri, kitaplığı, metin arşivi, hiçbir yerde göremeyeceğiniz sayı ve çeşitteki broşürler, tiyatroya dair dergi ve süreli yayınlar, güler yüzlü çalışanları, içerideki küçük kafeteryası ve inanılmaz oyun arşiviyle; tiyatroyu meslek ya da ilgi alanı olarak gören herkes için vazgeçilmez bir mekan burası. Büyük kapının ardındaki Narnia gibi desem, teşbihte hata olmaz sanırım. Bu kütüphanenin sayesinde, vakit buldukça uğrayıp saklanmak, kaynaklara gömülmek, hatta eski bir oyunun müziklerini dinleyip kişisel geçmişlere doğru hayallerde kısa bir yolculuğa çıkmak; bütün bunlara sahne olduğu için de Ankara'yı bir kez daha sevmek mümkün oluyor.

Not: Kütüphane, hafta içi 09.00 ile 19.00 saatleri arasında kullanıcılara açık oluyor.

Fotoğraflar: Efe Karabulat

17 Şubat 2014 Pazartesi

ankara ne demek?


Bir şehirde yaşamak, sadece bir şehrin içindeki bir hanede barınıp, işe/okula gidip gelmek midir? Havası, insanları, sokakları, meydanları, binaları, kedileri, köpekleri, hatta kuşları bir şey ifade edebilir mi? Burada yaşamak çocukluk zamanlarımdan, Susam Sokağı'ndan, TRT'nin güzel günlerinden, Zuhal Olcay'ın üniversite hocası rolünde bunalım takıldığı filmlerden beri hayalimde olan bir şeydi. Sonradan ben de bir üniversitede ufak ufak ders vermeye başladım, ama şükür ki hayat bana daha eğlenceli kareler nasip etti. Bu şehre yüksek öğrenim amacıyla geldiğim zamanlardan bugüne kendimi ve yerlerle olan ilişkimi internet aracılığı ile sık ifade etmiş olduğumu fark ettim. Burayı nasıl gördüğüme, Ankara'nın bana ne ifade ettiğine dair çeşitli sanal mecralarda aldığım notları kısa kısa eklemek istedim buraya, nasıl buralı oldum, hatta Allah'ın Egelisi bu bozkır şehrini neden sever sorusuna bir yanıt verebilmek adına. Birçoğuna deli saçması bile diyebilirsiniz, ama öyle olmasaydı burada işim neymişti? Arz ederim efendim.

not: ziyadesiyle romantizm içerir.


- hayallerimin başkenti...         (16.12.2005)

- mor bulutların insanı sarhoş edebileceği tek yer. kaderin yaptığı ufak yanlışlığı bu garip insanı sonradan bağrına basarak kolayca telafi eden. gülümseyişine hasret, dikenine inat ruhen her daim ait olduğum.
(27.06.2006)

- hıçkırıkların da kahkahaların da gizli tanığı. başı yaslayıp ağladığında örtüverir yıldızlarını birer birer teselli niyetine,o kara kuru bozkırların hışırtısı ninni olur üzgün ve kırık ruhlara. önemli ya da önemsiz bile olsa sıkılıp ona patlamanın nedeni, bir peygamber sabrıyla gömer içine kendine yöneltileni. böylesine evliya, böylesine kalenderdir işte...
(24.07.2006)

- başı hoş bir sakinlikte olan şehrim, hayat akıp giderken kış ortasında ılık rüzgarlarını estiriyor bu aralar. sokaklarında koşuşturan insanları elinde sıcacık çayıyla izliyor olmalı...
(18.02.2007)

- haksızlığın daniskasını yüzyıllardır görmesine rağmen halen yemyeşil ağaçlı şirin evlerle çevrelenmiş sokaklarıyla, günün binbir rengi içinde çeşit çeşit halleriyle, serin sabahları ve aheste akşamlarıyla, yollarla bölünmüş sapsarı bozkırın ortasında halden anlayan iyi-kötü günlerin dostu.
(18.10.2007)

- henüz bir sürü insanın yollara dökülmediği sabahının er vaktinde kendine özgü serinliğiyle hafiften üşüyerek hızlı hızlı işe ya da okula gitmek, herhangi bir mevsimde bir milli bayramı kızgın sıcağında izledikten sonra sığınacak kavak altı serin bir köşe aramak, bir akşam üstünün koyulaşan maviliğinde ışıklı bir caddesinin telaşlı kalabalığına elde fırından alınmış sıcak bir simitle karışmak, geceleyin ağır ağır sallanan ağaçların arasında eller cepte düşünceli geçip gitmek eylemlerine anlam katan yegâne şehir.
(29.10.2007)

- 10 kasım'a öfkesini sert yağmuru ve deli rüzgarıyla dışa vuran şehir.         (11.11.2007)

- iki karşı tepesinden de ışıklarının cihana değer olduğu şehir. bir yakası yoksullukta, bir yakası varsıllıkta olsa da, gecesiyle her şeyi eşitleyen kocaman enginlik.
bir de karları giyinmeye hazırlanıyor bu günlerde, hayatın bütün çetrefilliğine rağmen. tıpkı o şarkıdaki gibi:

kar yağıyor bu gece
öyle beyaz ki şehir
anlamak bir ömür sürer
hayat niye kirlenir?
(28.11.2007)

- ayrı kalışların deli özlemleri uyandırdığı şehir, bir gün bile nefes aldırmıyorken on beş gün nasıl geçer diye kara kara düşündürenim. karına, ayazına bu ılık diye geçinen batı memleketinde hasret kaldığım, sokaklarıyla hem hüzün ve yalnızlığı, hem neşe ve mutluluğu cömertçe paylaşabilmenin bambaşka bir boyut kattığı güzel şehrim. başka bir hayat mümkün mü sorularına onsuz hayallerle yanıt bulmanın git gide imkansızlaştığı...
(25.01.2008)

- sokaklarıyla, insanlarıyla, mekanlarıyla bir hayat tazeleme aparatı, taze kan ünitesidir; ister inanın ister inanmayın, bal gibi de sığınakların kralıdır.
(11.02.2008 )

- bembeyaz örtüsü altında kaybolunası şehir. taptaze bir bahar vakti yeniden canlandırır belki, bir ümit...
(17.02.2008)

- güneşli ama zehir gibi yalancı hayallerin kırıp döktüğü yürekleri sarıp sarmalayan, içinde doğup büyümeyen bir garibanı bile öz evladı gibi bağrına basabilen şehir. edası şefkatinde buranın. bir de ankara'da en derin soluksuz kalışlarda ciğerleri parçalarcasına alınan o nefes eştir bir annenin sütüne, bazı bazı ölümden dönüşlerde.
(02.07.2010)

- insan eliyle yapılan çirkin makyajını örten karın altında mışıl mışıl bir şehir olmuştur dünden beri. 
kızıllı morlu bulutlar yaraşmış beyaz eteğinin üstüne...

o değil de bir kartopu oynamaya çağıran olsa...
(11.12.2010)

- bir garip şair bozuntusunun, gri diyenlerin inadına olanca güzelliğine her daim selam edenin, bir karşı kıyı sevdalısının resmen evidir bundan böyle. küçücük dünyasında, boyundan büyük rüzgarlarla beslenen deli bir ruhun hayallerine başkent olmayı gönülden kabul etmiş cânım, güzelim şehirdir. 
daha ne olsun... (11.02.2011)

- mevsim geçişlerinin genelgeyle yürürlüğe konduğu şehir. 
sanki ekim ayının başlarında resmi yazıyla tüm şehre bildirilir, "artık kış mevsimine geçilecek, geçiniz." emri. ve kış gelmiştir.
mayıs ayının başlarında "artık yaz mevsimine geçilecek" emri gelir, görüldü damgası vurulur ve artık yaz gelmiştir ankara'ya. 
yani şaşırmazsınız, kalender bir kadın gibi ne yapacağı bilinir bu kendini bilen şehrin.
ah bir de kendini bilmezlere yar olmayaydı...
(04.10.2013)

- mini mini bir çocukken aklıma ilk düştüğünde adının ardından kemanlı piyanolu, yer yer flüt sololu klasik müzik eserleri gelirdi kulağıma. aradan koca bir 20 sene geçti, belki de daha fazlası. ama ne vakit bir gecenin sakinliğinde gözlerim ışıklarına dalsa, ne vakit sevdiğim kalabalık caddelerinden tıngır mıngır geçsem, ve ne vakit bu şehrin adamakıllı varoluşuna dair küçük büyük izler taşıyan bir mekânda bulunsam, arka plana o güzelim ezgiler gelir yerleşir uça koşa. 
bu şehir, büyük ölçüde bir uygarlık kurma savaşının eseridir. sonradan türeyen arsız çalıları saymazsak elbet.
(14.11.2013)


ilk adım... (başlarken)

Merhaba,

İster buradan ister başka bir yerden olun, Yahya Kemal Beyatlı'ya ait olduğu bilinen vecizden evrilme şu meşhur geyiği duymamış olamazsınız. Öte yandan, bazıları kendilerini memleketsiz saysa da, çoğu insanın bir şehre karşı hissettiği zayıf ya da güçlü hisler vardır. 
 

Biz şaire onay verelim ya da zıt düşeduralım, kendi halinde var oluş sıkıntıları çeken, üzerine bir de eziyet çeken bir garip Ankara var elimizde. Kendini bildi bileli mazlumun yanında olmuş bir şehir iken, olmadık yaftalamalara hedef olması adalet duygusu olan biri için pek de adil sayılmaz. Üstelik, tarihi boyunca zaman zaman sade suya kuru lafla değil çabayla de yüceltilmiş olduğuna inanasımız gelmiyor bugünkü halini görünce. Gerçi bu konudaki vaziyetlere pek yer veresim yok, onu halihazırda Ankara'nın Bugları şahane bir biçimde yapıyor, ustalara saygı duymak şarttır

İşte bu satırlarına göz attığınız blog, Ankaralı olmadan onu çocukluğundan beri sevmiş, bu şehirde onuncu yılını dolu dolu tamamlamış bir avarenin şehre bir güzellemesi niteliğindedir. Kendimce keşfettiğim ufak tefek ayrıntıları, burayı yaşamaya değer kılan güzellikleri, bilgiye kültüre değer katacak yepyeni mekanları, boğazına düşkünleri bayram ettirecek lezzetleri, onca yıkıma rağmen hala mihrabı yerinde köşeleri anlatmaya çalışacağım. Bilin ki bütün bunları yaparken sadece yaşadığı yerin keyfini çıkarma peşinde olan birinin görüşlerini okuyacaksınız. Zaten bütün bunları anlatmaktaki esas amacım, "Ankara'da yapacak ne var yeaeaea, çok sıkıcı, çok griii!!!11birbir!1!" diyen müşkülpesent dostlarımıza çeşitli fikirler vermek. Başarılı olursam ne âlâ. Elbette bu güzellemeye çeşitli eklemelerin yapılmasına açığım her daim. Elimden geldiğince gidip deneyimlemek, meraklısına tavsiye etmek isterim. 

Öyleyse güzel bir göndermeyle özetleyelim: 
"Ankara'yı seviniz!"